İri Çocuğun Yumruklarında Yitip Giden Çocukluk Aşkları

"Seda benim lan, evlenmeyi düşünüyorum onunla" dedi, tükürükten ıslanmış sigarasını içip koca adamlar gibi peş peşe öksürürken... Yadigar mahallenin erken serpilmiş, irileşmiş ve bu iriliğini bizim üzerimizde denemekten çekinmeyen gürbüz velediydi. Jöleyle dikleştirilmiş saçları, tüyümsü bıyıkları, amcasının hediyesi olan deri bilekliği, kelebek bıçağı ve cebindeki Birinci sigarasıyla 'ben belayım' diye bağırıyordu adeta. Aynı yaşta olmamıza rağmen it gibi korkuyordum ondan. Ve Seda'ya da it gibi aşıktım. İt gibi aşık olmak?

Yadigar bir yandan sigarasını içerken bir yandan da kaledeki bana sert şutlar çekiyordu. Güya kaleye sırayla geçecektik fakat abartısız 20 dakikadır o vuruyordu, ben onun şutlarını kurtarmaya çalışıyordum. Kurtarabiliyor muydum? Hayır. Zira Mikasa markalı ve ağırlık bakımından değirmen taşından hallice olan bu topa hamle yapmak pek de akıl karı değildi. Maç yapmak için diğer çocukların toplanmasını bekliyorduk. "Seda'nın haberi var mı onu sevdiğinden" diye sordum. Kendinden gayet emin "olacak" dedi; "ske ske kabul edecek!" İşte bu kararlılık bende yoktu ve belki de bu yüzden, her gün belki görürüm ümidiyle kapısının önünden geçtiğim sarı prensesim bu minyatür eşkıyanın olacaktı. Belki de evleneceklerdi. Belki de akşamları kocasından dayak yemeyi yaşam biçimi haline getirmiş bahtsız bir kadın olacaktı.

Seda yaz tatili için babaannesinin yanına gelen şehirli kızdı. Aslına bakarsanız kara lastik ayakkabılarımız, güneşten Jamaikalı sokak dansçıları kıvamına gelmiş tenimiz, bozuk aksanımız, o yaştaki bir çocuğa neden giydirildiğini hiç anlamadığım kareli gömlek-kumaş pantolondan ibaret giyimimizle Yadigar'ın da benim de o kıza karşı pek şansımız olduğu söylenemezdi.

Sert bir şut daha çekip "hadi milleti çağıralım, çağırmadan gelmeyecek yavşak enikleri" dedi. "Islık çalalım, duyup gelirler" diyecek oldum, diyemedim. O zamanlar akşamüzeri ıslıkla toplanılırdı ve herkes birbirinin ıslığını az çok tanırdı.

Topu sektire sektire Murat'gilin evine doğru yürürken kalp atışlarım hızlanmaya, hareketlerim düzensizleşmeye başladı. Onların evinin önünden geçiyorduk. Yadigar geçen hafta sonu piknikçilerden yürüttüğü güneş gözlüğünü taktı. Bir elinde de yanmayan sigarasını tutuyordu. Evin önünden geçişinin benimkinden daha etkileyici olduğu aşikardı. Eğer sarı çiçeğim (benim sarı çiçeğim, onun müstakbel karısı) de benim gibi düşünüyorsa, şu eşkıyanın kollarına atılması an meselesiydi.

Top dizimden sekip evin önüne doğru yuvarlandı. Peşinden koştum ve papatyamla göz göze geldim. Beni tanıyordu. İki gün önce babaannesiyle bize oturmaya geldiğinde tanışmış ve hatta bir el kovalamaç bile oynamıştık... Gülümsedi bana. Közde pişmiş mısır yemekten kararan dişleriyle gülümsedi. Güneşten kızarmış yanaklarıyla gülümsedi. Varla yok arası incecik kaşlarıyla gülümsedi. Şu 11 buçuk yıllık hayatımın en güzel saniyelerinden Yadigar'ın sesi çekip çıkardı beni: "Hadi lan, topu al gel çabuk!" Bu cümle birazdan gelecek olan 11 buçuk yıllık hayatımın en büyük dayağının da habercisiydi adeta. 

Topu alıp yanına koştum. Kızla ne konuştuğumu sordu. Neden konuştuğumu sordu. Kızı sevdiğini bildiğim halde neden konuştuğumu sordu. Neden cevap vermediğimi sordu... Dayak garantilenmişti artık fakat benim tek derdim söz konusu dayağı kızın görüş mesafesinin dışında yemekti. Bu amaçla hızlı hızlı yürüyordum. O anki durumumla son derece tezat güzel kokulu hanımelleriyle kaplı bahçe çitinin arkasına yetişir yetişmez "ben de seviyorum onu" deyiverdim. Aslında bunu der demez kafamı kollarım arasına alıp korumaya çalışmam gerekirdi ama o kısmı unutmuşum. Elindeki topu yakın mesafeden suratıma fırlattı. Ardından da mabadıma sert tekmesi geldi.

Ya o güne kadar izlediğim Bruce Lee filmlerinden aklımda kalanları sergileyip kavgaya ortak olacaktım ya da hızlı koşma yeteneğime sığınıp bayır aşağı yardıracaktım. Ben durum değerlendirmesi yaparken bir tekme de karnıma geldi. Mantıklı düşününce, bir seçenek daha vardı: Karın boşluğuma gelen tekmeden sonra anam anam anam çığlıkları eşliğinde yere yuvarlanıp bayılmış numarası yapmak. Ayı saldırısından kurtulma yolları -yüzüme bir yumruk, bir tekme daha- dersinde olduğu gibi bu taktik de işe yarayabilirdi.

Ben birincisini seçtim. Bruce Lee'nin elini düz şekle getirip hasmının hassas olan boyun bölgesine sert darbe hareketini gerçekleştirdim. Nefesi kesildi itin. Yere düştü. Şimdi işte, o yerden kalkmadan bayır aşağı yardırmak farz olmuştu. Zira o sinirle ve cebindeki kelebek bıçağıyla mabadımdan kan alması -ki, bu çirkin ifadeyi kendisi bizzat kullanıyordu- işten bile olmazdı...

Üç gün boyunca evden çıkmadım. Uğruna geniş pazulu ve bıçaklı veletle kavga ettiğim çırpı bacaklı pamuk prensesimi düşündüm. Babaannesiyle bir kez daha bize gelmesi ihtimalini, gelecek yaz tatilini yine burada geçirmesi ihtimalini, Sarı Ahmet'in bahçesinden sulu armutlar çalıp ona verebilme ihtimalimi... O bir iki hafta sonra evine dönecekti ve ben Yadigar manyağıyla aynı mahallede yaşamaya devam edecektim. Abimin Müslüm Gürses-Mutlu Ol Yeter kasetini teybe taktım.

O gün orada, bir ay daha yaşasaydı vücuduna kurşun işlemeyeceğine yürekten inandığım Bruce Lee ve çubuklu formalarıyla objektife gülümseyen 'Beşiktaş ilk on biri' bir çocuğun aşkla ve Müslüm Gürses'le tanışmasına şahitlik ediyorlardı. Ve Yadigar bizim evin aşağısında, kelebek bıçağıyla dal yontarak benim dışarı çıkmamı bekliyordu...


Bu yazıyı seven şunu da sever:

Şuradan Bir Aşk Uzatabilir misiniz?